Yücel Feyzioğlu’nun Masalları
27 Ocak 2014
Yücel Feyzioğlu son otuz beş yılda Altaylardan Uygurlara, Orta Asya’dan Avrupa içlerine kadar bütün Türk yurtlarından ve Mezopotamya’dan binlerce masal derledi. Bunlar içinden en tanınmış ve güzel olanlarını seçti, yeniden yazdı ve 2009’dan günümüze kadar 32 kitapta yayımladı. Bu çalışma kendi alanında yapılmış bir ilktir. Ve hemen ilgiyi çekti. 2011 ve 2012 yıllarında üç önemli ödül aldı. Okullar ve üniversiteler tarafından davet edilmeye başlandı. Biz de kendisine sorular yönelttik.
-Çağdaş psikolojinin ihtiyaçlarını ele alarak yazdığınız söyleniyor. Nedir bu ihtiyaçlar?
Yücel Feyzioğlu:
İki örnekle bu ihtiyacı açıklayabiliriz. Birincisi: Geleneksel masal çoğu kez sorunu çözmek için masal kahramanına kaba kuvvet kullandırır, kan döktürür, kahraman olarak sılaya döndürür. (Bugün çocukların önüne konulan şiddet filmleri gibi) Geçmişte gerekliydi belki, ama bu çağın çocuğunun önüne bu konulamaz, çünkü şiddete başladı mı, atom patlatmaya kadar vardırır işi. Çağdaş yazar bu suça ortak olamaz. Ama bu yazar o eski kahramanı alır, kaba kuvvetin yerine merak ögesini koyar, aklı koyar, diyaloğu, uzlaşıyı koyar, okurun zihinsel gelişmesine katkıda bulunur.
İkinci örnek: Geleneksel masalda kadının yeri fecidir. Öyle masal var ki, ergenlik çağındaki kız bir gence gönül verdiği için babası ya da kardeşi tarafından doğranıp etlerinin köpeğe atılmasını kutsar, alkışlar. Yansımalarını da bu toplumda hergün görüyoruz zaten. Anayı, kadını yerli yerine oturtan pek az halk masalı var. Bu noktada yazar bir arkeolog gibi çalışarak tarihten ya da masallar içinden örnek karakterler bulup çıkarır ve anlatır. Bu vahşiliği tersine çevirerek çağdaş psikolojinin gereğini yerine getirir, kadını gerçek yerine oturtur… “Şah Abbas ile Şahbanu” “Sihirli Limon” “Yanık ile Dilek Boncuğu” adlı kitaplarımızda olduğu gibi.
-Türkiye’deki masallar Harry Potter gibi sinemaya uyarlanacak olsa hangisini tercih ederdiniz?
Harry Potter’e benzetmek, onunla kıyaslamak istemem. Ancak bizdeki “Yılan Oğul”, “Mirza Memed ile Ejderha”, “Ayıkulak”, “Yarım Horoz Kardeş”, “Emanet”, “Öksüz Oğul”, “Yartı Kulak” ve daha onlarca masal kahramanı var ki, senaryoları iyi yazılır ve çekimi iyi yapılırsa dünya çapında ilgi görecek masal karakterleridir.
-Batılı masal kahramanları ile Türk masal kahramanları arasında ne gibi benzerlik ve farklar var?
Çok boyutlu bu konuda kitap bile yazılabilir. Kısaca şöyle diyebiliriz. Bizde masal geleneği üç bin yıl önceden başlamış. Mezopotamyada ise daha da eski. İlk masal Hammurabi yasaları ile 3760 yıl önce yazıya geçmiş. Adı: Adapa. Bu masal kahramanı bile daha doğarken otoriteye karşı mücadeleyi kendisine görev bilmiş, halkın ve hayatın yanında yer almış bir halk kahramanıdır. Batı masalları ise ilhamını doğu masallarından alarak yüzyıllar sonra yola çıkmış. O da halkın ve hayatın yanında yer alır tabii, ama bu masallarda prensler, prensesler, kral ve kraliçeler daha çok rol alır. Onlar sorun çözer… Ayrıca hem doğu hem de batı masallarında konu benzerlikleri de çoktur. Örneğin hepsinin sonu mutlu biter. Bu ortak bir akıl yoludur, çocuğun umutsuzluğa kapılmasını engellemek, hayata iyimser bakmasını sağlamak için masalcıların bulduğu önemli bir akıl yolu.
-Eski Türk masalları 21. yüzyıl çocuklarına yetiyor mu sizce?
Üç- dört bin yıldır masallarımız bütün ihtiyacı karşıladı. Bundan sonra da hep karşılayacak. Çünkü masallarda –fantastik ögeler olsa bile- insan hikayesi ve insan sıcaklığı var. Bir halkın tarihi, anadilinin incelikleri ve renkleri, düşünce zenginliği, geleneği, göreneği, duygu ve davranış biçimleri, terbiye ve edebi, -kültürle ilgili akla ne gelirse- hepsi o masalların içinde anlatılmıştır. Siz kendi masalınızı bir yana itip yabancı masalları bugün olduğu gibi çocuğun önüne yığarsanız, binlerce yılda birikmiş bütün kültür hazinenizi yok etmiş olursunuz. O toplumda çatışma çıkar, farklı düşünceler bir zenginlik değil, kavga nedeni olarak algılanır. Bizler, emperyalist kültürün yarattığı heyule altında aşağılık duygusuna kapılmadan, kendi kültürümüze sahip çıkmak zorundayız. Bakınız burada bir masal özetleyeyim ihtiyacı nasıl karşıladığına okurlarınız karar versin: “İkizler ile İki Kurbağa”. Bu masal Hakas ve Altaylar bölgesinde anlatılan kadim masallarımızdan biridir.
“Bir zamanlar bir Kağan varmış; çalışkan, bilge ve zengin. Yurdu büyük bir ırmak boyunca uzanır, ırmak bütün yurda bolluk ve bereket taşırmış. Hayvanlar o ırmakta serinler, bin bir çeşit balık o suda yüzer, bin bir çeşit kuş o ırmağın üstünde uçarmış…
Günün birinde bu ırmak aniden kurumuş. Balıklar çırpınıp ölmüş, kuşlar verimli topraklara uçup göçmüş, hayvan sürüleri susuzluktan zayıflamaya başlamış. Bütün insanlar şaşkın!
Kağan, halk kurultayını toplamış. “Bu ırmak neden kurudu?” diye sormuş. “Bunun sebebini bulmalıyız. Yoksa biz de balıklar gibi öleceğiz.”
Herkes bir fikir ileri sürüyor, yüz yaşında bilge bir ana ise hep susuyormuş. Herkes onun düşüncesini merak ediyormuş. Sonunda Kağan:
“Neden susuyorsun ey ak saçlı ana? Senin bir düşüncen yok mu?” diye sormak zorunda kalmış. Yaşlı ana üzgün bir ifadeyle:
“Var, var ama söylemeye dilim varmıyor,” diye devam etmiş. “Irmağın kaynağında iki kocaman kurbağa belirdi; biri altın sarısı, biri gümüş renginde. Bunlar ırmağın suyunu içiyor, bir damla su bırakmıyor.”
Kağan heyecanla sormuş: “Neden dilin varmıyor ey ana? İki yiğit gönderip onları oradan kovamaz mıyız?”
“Hayır!” demiş yaşlı ana. “O kurbağalar sizin ikiz çocuklarınızı yemek istiyorlar. Çocukları verirseniz ırmak akacak, vermezseniz bütün yurdumuza ölüm fermanı yağacak.”
Kağan sarsılmış, karısı çığlık kopararak:
“Vermem çocuklarımı!” diyerek ağlamaya başlamış.
Kağan ilk kez çaresiz ve iktidarsız kalmış: “Çocuklarım benim gözbebeğim. Damarlarımda akan kan, canım, ciğerim…” Söz boğazında düğümlenmiş. “Ama bütün halk ölecekse… bütün hayvanlar…” diye kekelemiş, “başka çare yoksa ne yapalım, onları alın götürün…”
Karısı itiraz etmiş, halk ağlamış, ama ırmağın kurumasını, bütün hayatın durmasını kim kabul eder?
Kağan buyruğu yinelemiş: “Götürün benim ikizleri kurbağalara teslim edin, ırmağın önünü açsınlar!”
İki tane güçlü kuvvetli bahadır, çocukları çekerek ana ile babadan koparmış, alıp götürmüşler.
Kurbağalar, kaynağa yaklaşınca görünmüş. İkisi de kocaman birer dev. Avurtları şiştikçe sanki bir boğa… Çocukları karşılarında bulup hop oraya zıplamışlar, hop buraya.
İkizleri ter basmış, gözlerinde yaş… Altın renkli kurbağa:
“Geldiniz demek!” diye insan gibi dile gelmiş. “Yaklaşın yaklaşın! Yaklaşın da ne halt ettiğinize bakın!”
İkizler umutsuzca yaklaşmışlar.
Kurbağa, “Bakın buraya,” demiş öfkeyle, “daha da yakına gelip bakın! Çok şiddetli bir deprem oldu burada, topraklar yarıldı, ırmak bu yarığa akıyor. Biz de açıkta kaldık, kuşlar uçup gitti, balıklar öldü.”
İkizler korku içinde yarığın kıyısında durmuşlar. Kurbağa devam etmiş:
“Irmak aktı, kağanlık baktı. Göletler kurmadınız, felaketler gelir diye aklınızı çalıştırmadınız! Şimdi canınızdan olacaksınız!”
Çocukların aklı başından gitmiş.
Bir soluk çekerek kurbağalar biri ikizlerden birini, biri de ötekini yutmuş. Bahadırlar koşarak oradan uzaklaşmış…
O anda inanılmaz bir şey olmuş: Yarıklar suyla dolmuş, ırmak yeniden yatağında akmaya başlamış. Kurbağalar ırmağa atlamış, ırmak ile birlikte akıp kağanlığa ulaşmış.
Ulaşmışlar ki herkes ikizlerin yasını tutuyor. İkisi de ikizleri Kağanlık sarayının önündeki kıyıya canlı olarak tükürmüş, suya atlayıp gitmiş… O sürprizi sadece yüz yaşındaki ana biliyormuş, hemen Kağanla karısına müjde götürmüş…”
Bu masal sanıyorum dünya durdukça güncel kalacak…
-Sizi en çok heyecanlandıran çalışmanız hangisi?
Hepsi. Sonuçta başarısız bir çalışma çıksa bile hepsine büyük heyecanla başlıyorum.