Sarı saçlı mavi gözlü çocuk
21 Ağustos 2013
Sinekliğin takılı olduğu açık camdan giren tatlı esinti, hemen ayaklarımın dibindeki tül perdeyi hafifçe kımıldatmaya yetiyordu. Annanemin devrinden kalma olan beyaz işlemeli tül, rüzgarla birlik olmuş salınarak dans ediyordu. Henüz üniversite birinci sınıfı bitirdiğim o yıllarda, günün neredeyse on dört saatten fazla bir zamanını uyuyarak geçiriyordum. Kıpırdamak istemeyişim çok normaldi. Tül perdenin yaptıklarına aldırış etmediğim gibi, ayaklarımı yerinden oynatmaya bile üşeniyordum. Bunun yerine yastığıma daha da sıkı sarılmış, şefkatli kolları ile beni saran uykumun tadını çıkarmaya bakıyordum.
Derken tülün plastik kornejlerinin çıkarttığı fısıltıların yerini başka bir ses almaya başladı. Rüyadamıydım, yoksa bu sesler bir insanın ayak sesleri miydi tam kestiremiyordum. Kafamı kaldırıp az öteye bıraktığım saatime bakmaya dahi üşeniyordum. Adımların toprak zemin üzerinden geldiği belliydi. Yer yer çalılara sürtünüşünden anlamıştım. O halde bahçe de birisi vardı. (O yıllarda evimizin bahçe duvarları bu günkü gibi yüksek ve tellerle çevrili değildi. Hatta çoğu gece camlar açık olurdu. Çünkü ne bir hırsızlık olayı vardı ne de adanın tanımadığımız yabancı yüzleri)
Adımlar kesildiğin de, kısa bir süre sessizlik oldu. Ardından,
-pşttt! Burak, burak…(Kısık sesle)
-Burak (Şimdi ise gür bir sesle)
Ses çok tanıdık geliyordu. Bu komşumuzun oğlu Tolga’ ydı. Her yaz adada görüştüğüm bu çocukluk arkadaşım sarı saçları, mavi gözleri, bembeyaz inci dişleri ile kızların gönlünde taht kuran gençlerden birisiydi. Fransız okulu mezunu olan Tolga bir o kadar da mütevaziydi. Çoğu zaman kendisini değer verdiği dostları için can siperane öne atmaktan da çekinmezdi.
Aslında onunla geçen çocukluk yıllarımız hep yaz aylarına denk gelmişti. Kışları pek görüşemezdik. Yine de yaz aylarında bunun acısını çıkartırcasına, neredeyse günün yirmi dört saati birlikte takılırdık. Tatlı anılarımız olduğu kadar acıları da vardı. Hayatın tuzu biberi bizleri de yanlız bırakmazdı.
Henüz ilk okul tatiline denk gelmiş bir yaz günüydü. Şeytan kırmızısı rengindeki Panther marka kontra pedal bisikletim ile gezmek istiyordum. Lastik patlaktı. O yıllar da sevgili Sebahattin amcamın lastik tamiri için getirdiği malzemeler ile kendi işimizi kendimiz hallediyorduk.
İç lastiği çıkartıp şişirdikten sonra su dolu leğen içerisinde çevirmeye başlardık. Kabarcıkların çıktığı yer pansumanın da yapılacağı yer olurdu. Kırmızı bir kalem ile siyah şeritteki deliği yuvarlak içerisine alıp işaretlerdik. İşlem tamamlandıktan sonra ise lastiği bir el pompası ile şişirir ve yine su dolu leğenden geçirerek hava kabarcıklarının kesilip kesilmediğini kontrol ederdik.
Tolga tamirat boyunca yanımda durmuştu. Bisikletim hazır olduktan sonra o da kendi BMX marka göz bebeğine atladı. Önce sahil tarafına yöneldik. Adanın o zamanlarda meşhur olan Çınar otelinin arkasından geçtik. Her zamanki arayolları kullanıyorduk. Bakkalın önüne kadar bir birimiz ile yarışarak sürmeye devam ettik. Test sürüşümüz başarılıydı.
Bakkalın önünden geriye dönmek üzere yolun karşı tarafına doğru geçmeye başladım.Tolga’ da dönmek üzereydi ama yolun ortasındayken zaman sanki bir anda durdu. Tek durmayan yolda hızla ilerleyen beyaz Kartal marka otomobil idi. Acı fren sesinin arından adeta hayır diyerek kum zemin üstünde bağıran lastikler çare olmamıştı.
Tolga’ nın BMX’inden ayrı bir şekilde hava da uçtuğunu gözlerimle görmüştüm. Yere düşmesi ile ağlamaya başlaması da bir olmuştu. O çarpmanın ardından zaman sanki ışık hızında akmaya başlamıştı. Korkudan anneme doğru sürdüğümü hatırlıyorum. Fakat bisikletin üstünde değil. Onu yürüterek.
Deli gibi çarpan kalp atışlarım…
Giderek sıklaşan nefes alışlarım…
Şaşkınlık, panik, korku, endişe…
Kemal abi ile Hüseyin amcanın yola koşarak fırlayışı…
Annemin fal taşı gibi büyümüş göz bebekleri…
Çevredekilerin çığlıkları…
Kazanın sonrasında aramızdaki arkadaşlık yaz ayları için bile olsa daha da kuvvetlenmişti. Pek çok şeyi birlikte yapmaya başlamıştık. Her ikimiz de basketbol tutkunuyduk. Sırf bu tutkumuz nedeniyle Tolga’ nın babası Kemal Abi(ki kendisine amca dememe çok kızardı) bizim için hemen yanımızdaki arsaya beton döktürmüş ve bir basketbol potası kurdurmuştu. Genellikle akşam saatlerinde soluğu basket sağasında alırdık. Kemal abi çoğu maçımıza katılır, bizleri “perdeler” ve “devril, devril” diyerek pota altında pozisyon almaya çalışmamıza uğraşırdı. Yeri geldiğinde ise sol elle turnikeye girme dersleri verirdi.
Basketbol potasının en büyük özelliği ise her sene bakım isteyen bir ahşap panyasının bulunmasıydı. Bu yüzden pek çok sene Tolga ile birlikte merdivene çıkar, potanın beyaz ve siyah olan kısımlarını boyardık.
İşte o sabah Tolga’ yı sineklikli camın önüne kadar getiren de bu dostluktu.
Gözlerimi zor da olsa açıp camdan dışarı baktığımda Tolga’ yı net bir şekilde görebiliyordum. Hava oldukça aydınlıktı. Ben saatin öğle vaktini bulduğunu düşünüyordum. Az ötede duran kırmızı ayak demirleri biraz paslanmış eski sandalye üzerindeki saate ulaşmak istedim. Yatağımdan kalkmam gerekiyordu. Üşengeç ben saate bakmak yerine Tolga’ya döndüm ve,
-Saat kaç abi?
dedim.
-Saat sekiz
dedi.
O anda kafam da bir şimşek çaktı. O sene sabah antrenmanlarına başlamaya karar vermiştik. Her sabah aynı saatte kalkacak, önce sahilde vücut ısınma hareketlerimizi yapacak, adanın o zamanlar meşhur olan burnu’ na kadar koşacaktık.
Hatta uzun mesafe yüzecektik.
Yüzmeyi bana rahmetli babam öğretmişti. Her sabah erkenden beni deniz yatağı ile sahilin birkaç metre açığına kadar götürürdü. Kahverengi deniz yatağı şimdiler de pek de görülmeyecek türdendi. O zamanın nadir su üstü cihazlarındandı. Her sene bir ayak pompası ile şişirilirdi.
Deniz yatağının üzerinde biraz açıldıktan sonra babam “haydi” der ve usulca kendimi suya bırakıp kıyıya kadar yüzmeye çalışırdım. İlk günler de bir köpek gibi ilerliyordum. Ama sonra bu yerini serbest stile, kurbağlamaya , sırt üstüne ve hatta kelebeğe bıraktı.
O zamanlar gençliğin verdiği enerji ve yağsız vücudun nimetlerinden olabildiğince faydalanıyorduk. Bu yüzden Tolga ile programı uygulamak pek de zor değildi. Zor olan benim o erken saatler de uyanabilmemdi. Tolga’ nın sabahın o saatinde camın önünde bitivermesinin sebebi de buydu. O benim resmen çalar saatimdi. Sene ise 1994tü.
Aradan geçen onca yıldan sonra hepimizin karıştığı bu garip yaşam düzeni, yaz arkadaşlıklarını da etkiledi. Artık sevgili dostum Tolga adada olduğum sabahlarda camın önüne doğru yürüyemiyor. Ben kocaman göbeğim ile sabahları erkenden kalkabiliyor olsam da yüzmeye gidemiyorum. Belki Tolga olsa giderdim diyorum. Şimdiler de o saatlerce basket oynadığımız, çevre mahallelerden insanların gelip bizlere rakip olduğu beton sahanın pek çok yerinden yabani otlar çıkmış durumda. Betonu aralayarak gökyüzüne doğru uzayan çalı ve çırpılar. Ahşap panya çürük. Pota takılı değil. Kemal Abi ise…Kemal Abi ise sevgili eşi Vicdan teyzemizi kaybettikten sonra yine kanserle boğuşmak zorunda kalan büyüklerimiz arasında…