/ /

Kahve kokusu

16 Temmuz 2013

Burak Selim Şenyurt

Ben küçük bir çocukken, yazlıktaki evimizin yaklaşık bir kilometre kadar ötesinde yaşayan Sebahattin amcamın evi vardı. Almanya da uzun yıllar boyunca babamla birlikte çalışmışlardı. Sevgili eşi Ilona teyze ve iki oğlu ile birlikte yazları o az ötemizdeki eve gelirlerdi.

 

 

Evleri denizden yaklaşık olarak üç yüz metre yüksekte, adanın hakim yerlerinden birisindeydi. Güzel bir manzarası vardı. Her ne kadar rüzgarı bol olsa da, kapıya takılı olan çanın çıkarttığı ses sizi dinlendirmeye yeterdi. Uzun bahçesi içerisinde bir kaç çam ağacı vardı. Yolun hemen kenarındaki evin bahçe duvarları boyunca da yükselen kavak ağaçları. Güneşin batışını da çok güzel izleyebilirdiniz. Ardından gelen karanlık sonrası sokakta yürüyen insan sayısı, iki elin parmaklarını geçmez ve kavakların çıkarttığı uğultu ile baş başa kalırdınız.

 

 

O yıllarda ada, aynen şimdiki gibi sadece yaz aylarında kalabalıklaşırdı. Ama başka bir kalabalık olurdu. Sokaklar hemen her sene aynı yüzlerle dolar, bir birlerini tanıyan insanlar aradan aylar geçse de selamlaşır en azından tebessüm ederek yollarına devam ederlerdi. Ada’ nın merkez köyünden uç kıyılarına doğru ilerledikçe evlerin sayısı azalırdı. Hatta her sene yeni yapılan evler kolayca fark edilirdi.

 

Ben çoğu zaman tek katlı evin çatısız tepesinde yer alan su bidonunu doldurmakla görevlendirilirdim. Kuyudan basılan su evin bir kaç günlük ihtiyacını karşılamak üzere depo da birikirdi. Ne zaman depoyu doldurmak üzere yukarı çıksam, Sebahattin amcanın evini uzak bir mesafeden de olsa görebilirdim.

 

Sebahattin amca ile aramızda çok özel bir ilişki vardı. Ben daha ilk okul yıllarımın başındayken paylaştığım hayallerimi hiç sıkılmadan dinler, Almanya’lar dan getirdiği oyuncaklarla beni sürekli şaşırtırdı. Ufkumu açmaya yetecek kadar konuşur, sonrasını bana bırakırdı. Emekli olmuş bu insanlar zaman zaman aralarında Almanca konuşurlar ve eski günleri yaad ederek gülümserlerdi.

 

 

Benim o çocukluk yıllarımdan hatırımda kalan iki şey vardı; Birisi mutfakta sürekli olarak yanan sarı renkli lamba, diğeri ise makinede öğütülen kahve çekirdeklerinin bıraktığı o nefis aromatik koku.

 

 

Babamla birlikte postanenin köşesini dönüp oraya doğru yöneldiğimizde ilk olarak o lambaya bakardık. Birkaç metre sonra ya görür ya da göremezdik. Her gördüğümüzde ise ben daha çok sevinirdim. Çünkü yeni hayallerim ve projelerim ile Sebahattin amcamın karşısına çıkacağım anların heyecanıyla yürürdüm. Bazen rüzgar o kadar güzel eserdi ki, evin bahçe kapısına bir kaç metre kala o mis kahve kokusunu bizlere taşırdı. (Kahve içmeme o yıllarda izin verilmezdi. Ilık sütle idare ederdim)

 

 

Aradan yıllar geçti. Geçen gün tavan arasındaki on dört yıllık yarış bisikletimi aşağıya indirdim. Metal olan pek çok aksamı paslanmıştı. Çamurlukları, didonu ve hatta pedalları. Ama kıpkırmızı gövdesi sapa sağlamdı. 80lerin mekaniği ile yapılmış vites kutusu hala çalışıyordu. Lastikleri ise kontrol ettirmeliydim!

 

 

Velespit(eskilerin bisiklete verdikleri isim veya iki tekerlekli şeytan oyuncağı) Hüseyin usta kendimi bildim bileli adadaydı. Çocukluğumdan beri sahip olduğum ne kadar bisiklet varsa lastikleri, en az bir kere elinden geçmişti. Neredeyse otuz yıldır tanıyordum. Beni hatırlamamıştı ama bisikleti görünce gözleri parlamıştı. Bundan on dört yıl önce tavan arasına kaldırmandan ona uğramış son bir tur için havalarını kontrol ettirmiştim. O zaman satın almak istediği kırmızı şeytandı o.

 

 

kirimizibisiklet

 

 

Güzelce bakımını yaptı. Lastiklerini kontrol etti. Vites kutusunu hızlıca çıraklarına temizletti. Ve bisikletimi teslim aldım. Onu on dört yıldır kullanmıyordum. Istanbul’daki dağ bisikletimden çok daha farklıydı. Pedala ufak bir dokunuş bir anda hızlanması için yeterliydi. Çapı bugünkü bisikletlere göre daha büyük olduğundan bir kaç pedal ile daha uzun mesafe kat edebilirdim. Eğer pedalları yeterince kuvvetli çevirebilirsem rüzgarla yarıştığımı hissettiğim çocukluk günlerine dönebilirdim.

 

 

Pedalı çevirmeye başladım. Güneş batmak üzereydi. Yüzümde hissettiğim esinti, ben hızlandıkça yerini hafif bir uğultuya bırakıyordu. Postanenin olduğu rampaya uçarcasına gidiyordum. Hiç zorlanmadan tepeye kadar ulaştım. Eski hızımda değildim. Yine de çok keyifliydim. Bir süre sonra postanenin köşesindeki dönemece geldim. Yolun ikiye ayrıldığı yere. Sağa dönersem Sebahattin amcanın evine, sola dönersem kendi evime…

 

 

Sağa döndüm. Pedalları daha sakince çeviriyordum. Hava karardığı için gözlerim evin mutfağındaki sarı renkli lambayı arıyordu. Belki de eskisi kadar iyi göremiyordum. Daha da yaklaşmalıydım. Burnum kahve çekirdeklerinin damla damla akması ile yayılan aromatik kokuyu arıyor gibiydi.

 

 

Ve sonunda kendimi evin kapısının önünde buldum. Kavaklar kesilmiş çamlar ise oldukça büyümüştü. Bahçe eskisi kadar bakımlı değildi. Etrafta ise çok fazla ev vardı. Eskinde görünen denizi o çarpık yapılar yüzünden göremiyordum. Ama daha da önemlisi mutfak lambası yanmıyordu. Ve kahve kokusu da yoktu.

 

 

Sebahattin amca yıllar önce yarı felç geçirmişti. Artık iyice ağırlaştığından adaya gelemiyordu. Ilona teyze ise bir kez kazandığı kanser mücadelesini, ikinci maçta kaybetmişti. Evin iki oğlundan sadece biri düzenli olarak yılın belirli dönemlerinde, Almanya’ daki ailesi ile birlikte geliyordu. Ne yazık ki o gün orada değillerdi. Ama geleceklerdi. Mutfaktaki sarı renkli lambayı yakacaklar, kahve makinesini çalıştıracaklardı. Ve ben yine postanenin köşesinden bu kez kendi oğlumla dönecek, o sarı lambaya doğru yürüyecektim. Kahve kokusunu duyana kadar. Bu sefer o kahveden doya doya içecektim. Oğlumun ise hayallerini götürecektim.


Yorumlar(0)