İstiklal’i baştan keşfetmek
23 Eylül 2013
Ne zaman yolda yürürken sırtında kocaman kamp çantası olan birini görsem kıskanırım. Sadece o geziyor ben gezemiyorum diye değil, o gezginin İstanbul’u sıfırdan, bir turist olarak tanıma şansı olduğu için kıskanırım.
Hep merak etmişimdir, “Acaba İstanbul’a ilk kez gelen bir insan, bu şehir hakkında ne düşünür?” diye. Mesela, Taksim’e çıktığında meydan ona ne ifade eder? İstiklal’den Galata’ya yürürken etrafına bakıp ne düşünür? Acaba bizim gibi kalabalığa karışıp, başı önde, kimseye çarpmamaya çalışarak mı ilerler, yoksa etrafındaki binalara bakarak, onların farkına vararak ve tarihi özelliklerini düşünerek salına salına mı dolaşır?
Elbette bu soruların cevabını biz veremeyiz. Ancak, şöyle bir şey yapabiliriz: İstiklal Caddesi üzerindeki binaların bazıları hakkında eğlenceli bilgiler paylaşabiliriz. Böylece, bir daha İstiklal’den geçtiğinizde bu binalara sanki onları ilk defa görmüşçesine bakabilir, hatta işi biraz daha abartıp kendinizi bir turist gibi hissetmeye çalışabilirsiniz.
Sulu binalar
Cadde üzerinde, ilk dikkat edilmesi gereken binalar Taksim Su Depoları ve Taksim Maksemi. Çoğumuzun “Burger’ın önünde” buluşacağımız kişiyi beklerken rüzgardan korunmak yada güneşten kaçmak için duvarının dibine sığındığımız bu binalar, Lale Devri’nde bu bölgedeki nüfusun artmasıyla ve ortaya bir su sorunu çıkması üzerine yapılıyor. 1731 yılında faaliyete geçen tesisler, son şeklini 1839 yılında alıyor.
Institüt de Françeis
Bu ikilinin hemen ardından, Fransız Kültür Binası geliyor. İstiklal’den aşağı doğru inerken sağınızda bulunan taş binanın yapım tarihi 1898. Cumhuriyet’in ilanından bir kaç sene önce, Fransız Konsolosluğu bu binada hizmet vermeye başlıyor. Ancak, 1940’lı yıllara dil öğrenimi için burada bir dil okulu kuruluyor, zaman içinde bu dil okulu Fransız Kültür Merkezi haline geliyor. (Ufak bir not: bu bina yapılmadan önce yerinde, 177 sene boyunca hastane olarak kullanılan ahşap bir bina bulunuyormuş.)
Demirören’in gölgesinde…
Bir sonraki dikkat edilmesi gereken ikili, Demirören’e gelmeden hemen önce olan Rumeli Hanı ve Ağa Camii. Bir dönem II. Abdülhamid’in başmabeyincisi olan Eğribozlu Ragıp Paşa tarafından yaptırılan Rumeli Hanı adını imparatorluğun yayıldığı topraklardan alıyor (Paşa Rumeli hanı dışında Beyoğlu’na iki han daha yaptırıyor ve onların da isimlerini Afrika Hanı ve Anadolu Hanı koyuyor, böylece üçlemeyi tamamlıyor). Hanın hemen yanında ise Ağa Camii yer alıyor. Yapının alçak duvarlarının yanından onlarca kez geçip gitmişizdir ama bir kere kafamızı içeri uzatıp ardında ne var diye bakmamışızdır. Ancak Galatasaray ağası Şeyhülharem Hüseyin Ağa tarafından 1594 yılında yaptırılan bu camii için biraz zaman ayırmak gerek.
Pasajlar da tarihi!
Biraz daha aşağı devam edince yol üstünde pasajlar çıkmaya başlıyor. İlk pasajımız, Atlas Pasajı. Kendisini içindeki sinemasıyla, yüksek tavanlarıyla, ince süslemeleri ve renkli dükkanlarıyla tanıyoruz. Ancak, 1870 yılında yapılan bu bina aslında işadamı Hagpop Köçeyan’ın kışlık konağıymış (Pasajın girişini ahır olarak kullanıldığını hayal edince insan bir tuhaf oluyor). Zaman içinde konak dışında, at cambazhanesi ve Postahane genel Müdürlüğü olarak da kullanılan bina, 1932’den sonra eğlence ve sanata ilgili işletmelerle tanışıyor ve yavaş yavaş günümüzdeki haline geliyor.
Yürümeye devam ederken karşımıza çıkacak bir diğer pasaj da Çiçek Pasajı. Evet, hep “Bir buluşsak da kafa dağıtmak için gitsek” dediğimiz ama bir türlü gidemediğimiz o ünlü Çiçek Pasajı… Şu anda içinde meyhane ve birahanelerin bulunduğu pasaj, 1876 yılında inşa ediliyor. 1940’lı yıllarda Çiçekçilik, İstihsal ve Satış Kooperatifinin pasaja taşınması ve çiçek mezatlarının pasajda gerçekleşmesiyle, adı o zamanlar Hristaki Pasajı olarak geçen pasajın adı Çiçek Pasajı’na dönüşüyor. Ancak, 1950’lere gelindiğinde pasajın içinde açılan meyhaneler nedeniyle çiçekçiler yan sokağa kaymaya başlıyor. Pasaj yeni ev sahiplerine kavuşuyor, ama eski adından taviz vermiyor.
“Ortada buluşalım”
Galatasaray Lisesi’nin önünden geçerken kim bilir kaçımız “Şöyle bir yerde okusam benden adam olmazdı” diye aklından
geçirmiştir.İstiklal’in kalbinde olan bu binanın geçmişi 16. Yüzyıla kadar gidiyor.Evliya Çelebi’nin aktardıklarına göre, II. Beyazıd Galatasaray sırtlarında avlanırken, şu anda binanın olduğu yerde bir evi olan Gül Baba isimli bir derviş ile tanışıyor. Gül Baba’nın isteği üzerine okulun şimdiki yerine bir mektep ve darüşşifa yaptırıyor. Zamanla, Topkapı Sarayı içindeki Enderun öğrencilerinin eğitim aldığı Acemi Oğlanlar Ocağı’na dönüşüyor. Ancak 1820 yılında çıkan Tophane yangınında bina yanınca, II. Mahmut döneminde şu andaki bina yapılıyor. Enderun sistemi kaldırılınca Galata Sarayı Ocağı’da dağıtılıyor ve 1868’de Fransız eğitim sistemini uygulayarak eğitim hayatına kaldığı yerden devam ediyor. Günümüze kadar 2 yangın daha atlatan Galatasaray Lisesi, dönem dönem öğrenci sayısı düşsede günümüze kadar ayakta kalmayı başarıyor.
Artık İstiklal’in ortasında olduğumuza göre ufak bir ara verebiliriz. Daha Galata’ya kadar uzun bir yolumuz var; bir kahve içmeden, ufak bir şey atıştırmadan devam etmek olmaz.