Hangimiz daha büyük?
21 Eylül 2013
Hangimiz daha büyük?
“İstanbul sen mi daha büyüksün yoksa ben mi?” Tamam, tamam, hemen kızma biliyoruz sen daha büyüksün, bu karşı çıkamayacağımız bir gerçek. Hepimiz bunu biliyor ve ister istemez kabul ediyoruz. Ama sırf sen daha büyüksün diye burada yaşamaktan keyif duymayacağız diye bir şey yok.
Etrafımızda İstanbul’da yaşamaktan sıkılmış, şehrin karmaşasından bunalmış o kadar çok insan var ki, bizde İstanbul’u biraz savunmak istedik ve bu şehirde yaşamanın aslında güzel olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyduk.
“İstanbul çok pahalı şehir, hiç bir şeye para yetmiyor.”
İstanbul gerçekten insanı bezdirebilecek kadar pahalı bir şehir. Ama, aynı zamanda az para harcayarak (ya da hiç para harcamadan) yapılabilecek şeylerin sayısı da az değil. Mesela, diyelim sanat aşkınız kabardı… Girişine para ödemek zorunda olmadığınız onlarca galeri, girişi belirli günlerde ücretsiz olan bir kaç müze var. Bunlardan birini ziyaret etmek neden bir seçenek olmasın? Bu şekilde düşününce, İstanbul sınırlarında yaşayanlara bir çok fırsat sunuyor. Sizin üstünüze düşen tek görev, işin püf noktalarını öğrenmek ve çok para harcamadan da İstanbul’un keyfini çıkarabileceğinizi keşfetmek.
“Trafik insanı bezdiriyor, tüm hayat enerjisini emiyor.”
Geçenlerde bir taksici dedi ki “Trafik İstanbul’un nişanlısı gibidir, atsan atamaz satsan satamazsın. Onu olduğu gibi kabul etmen gerekir.”. Gerçekten öyle, İstanbul’da trafikten kurtuluş şansı yok, e o zaman neden onun keyfini çıkarmayalım ki? Trafikte geçen uzun saatleri kitap/dergi okuyarak, müzik dinleyerek, bulmaca çözerek, hayallere dalarak ya da sesli kitap dinleyerek daha çekilebilir kılamaz mıyız? Trafikte geçirdiğiniz zamanı İstanbul’la bir mücadele gibi değil de, kendinizle kalabileceğiniz bir zaman olarak görmeye çalışırsanız, trafik bile daha çekilir hale gelebilir.
“Sadece trafik değil, her yer kalabalık, her yer insan dolu”
On üç milyon insan yaşıyor bu şehirde, insan ister istemez kalabalıktan kaçamıyor. Havada, karada, denizde her yerde ya insanın kendisi ya da onun icat ettiği şeyler var. Ama İstanbul’da bile bu kalabalıktan kaçıp sakin bir köşe bulmak mümkün. Yine her şey işin püf noktalarını keşfetmekle ilgili. Eğer İstanbul’un çevresinde ki yerleri ziyaret etmeye vaktiniz yoksa, sakinliği İstanbul’un sokak aralarında aramayı deneyebilirsiniz. Ana caddelerden ayrılıp, sokak aralarını keşfe çıktığınız ve daha kuytu yerlere gittiğiniz zaman İstanbul’un yalnız yüzünü tanıyabilir, aradığınız sakinliğe bir süreliğine olsa da kavuşabilirsiniz.
“İstanbul çok sert, çok beton”
İstanbul’a biraz tepeden bakan herkes bunu bilir, İstanbul gri bir beton yığını gibi görünür, olabildiğince çirkin ve çarpıktır. Ama “Önemli olan dış güzellik değil, iç güzelliktir” derler ya, işte İstanbul içinde geçerlidir bu. Biraz klişe gibi gelebilir ama, İstanbul’un güzellikleri detaylarında saklıdır. Hayatta kalmayı başarmış ağaçlarında, varlığı sık sık unutulan boğazında, arada bir sallanan köprülerinde, sokak aralarında kalmış grafitilerinde, sesi ancak erken saatlerde duyulan kuşlarında, dışarıda otururken kucağınıza gelip kıvrılan kedilerinde… Sadece bu detayları arada bir görmek, bu detayların beton yığınları arasında kaybolup gitmesine izin vermemek gerekir.
“İstanbul’da her şey hızlı, zamanın kendisi bile”
Şehir büyüdükçe hayat hızlanır, zaman daha çabuk geçer, insanlar daha çok yıpranır. Bu araştırmalara bile konu olmuş, hatta kanıtlanmış bir teoridir. “E o zaman biz ne yapabiliriz, insan zamanı yavaşlatamaz ki”, hele İstanbul’da asla. Bir İstanbullunun en büyük şikayetlerinden biri “Farklı bir şey yapmaya zamanım bile yok” tur. Ama bu sorunun üstünden zamanımızı biraz daha iyi idare etmeyi öğrenerek ve üstümüzdeki tembelliği atmaya çalışarak gelebiliriz. Mesela, işten eve dönerken bir durak önce inip eve yürüyerek, eve gidince bilgisayar başında pineklemek yerine sevdiğimiz şeylere dikkatimizi vererek, anlamsız olduğunu bildiğimiz halde izlemeye devam ettiğimiz bazı dizileri hayatımızdan çıkararak… Evet belki zamanı ve İstanbul’u yavaşlatamayız, ama ikisini de daha anlamlı kılabiliriz.
Görsel: Nathan Wyburn