Grange’nin Yeni Destanı
9 Temmuz 2013
“Kaiken” romanı hayatlarına, takıntılarına, değişen psikolojilerine, öfkelerine ve durgunluklarına şahit olduğumuz iki insan; Olivier Passan ve karısı Naoko var bu romanda. Doğar doğmaz terk edilmiş ve devlet eliyle büyümüş Passan’ın ve hayallerinin peşinde ilk gençliğinde Avrupa’ya gelmiş Naoko’nun, aslında geçmişi ‘normal’ olmayan iki insanın romanı Kaiken.
Passan, yetiştirme yurtlarında ve koruyucu ailelerde geçirdiği onca yıldan sonra devletine duyduğu minnettarlık duygusuyla polis olmayı seçer, fakat hayatındaki aidiyet duygusunu hep başka bir yere saklar ve bunu da mezun olduktan sonra ziyaret ettiği Japonya’ya verir. Olivier Passan bir Japonya aşığı olup çıkar: eski şinto kültürünü, Japon nezaketi ve şerefini, Seppuku’yu ve bilumum Japon ritüellerini tarif edilemez derecede takıntısı haline getirir. Bu tutku eninde sonunda gidip Naoko’yla evlenmesiyle doruğa ulaşır. Artık tek derdi Naoko’yla birlikte bir Japon hayatı yaşamak ve sonrasında da Japon-Fransız çocuklar yapmaktır.
Bu arada romanın bence asıl kahramanı, Naoko’dan da biraz bahsetmek gerektiğine inanıyorum. Fransız aşığı annesinden ve tam bir Japon muhafazakarı olan babasının uyguladığı neredeyse işkence gibi bir çocukluk eğitiminden sonra 20 yaşında diplomasını alır almaz Japonya’dan kaçar. Mankenlik yaparak orayı burayı dolaşır ve soluğu Paris’te alır. sonrası Passan’la tanışma, evlilik ve 10 yıllık bir yolculuk…
10 yıl sonunda, roman Passan ve Naoko’nun boşanma planlarıyla başlar. Passan’ın ‘asıl’ dertlerinden oldukça uzak olan Naoko’yu artık gerçekten bir eş olarak görmekte zorlanması ve sinirlerinin önceden de geçirmiş olduğu bir depresyondan sonra artık iyice yıpranması; Naoko’nunsa iyiden iyiye dengesiz hale gelmiş Passan’dan artık pek bir şey bekleyemez hale gelmiş olması, ikilinin evliliklerini son 5-6 yıldır hem cinsel, hem de duygusal açıdan tamamen pasif geçen bir birlikteliğe dönüştürmüştür. Eh, ayrılmak kesinleşir fakat ortada iki çocuk var. İşte romanın psikolojik ağırlığını ortaya çıkaran bu iki çocuk çevresinde Passan ve Naoko’yu okuyoruz.
Şimdi, bu ön bilgilerin ve kısa özetin akabinde bu romanı güzel yapan bir şeye daha dikkat çekmek lazım, o da malum doğumcu’muz, Patrick Guillard. Kitap bittiğinde Guillard’la ilgili hissettiğiniz tek şey “eee, şimdi bu adam bu Guillard’ı neden yazmış ki bu kadar, sırf gereksiz” gibisinden bir şey oluyor. Durun, yanılıyorsunuz!
Guillard karakterinin ve Passan’la olan kovalamacasının bu kitapta öyle güzel bir yanı var ki. Benim için, en güzel yanlarından biri, metro kovalamacasında Paris Metrosu’nun dördüncü ve ikinci hatlarının kesişiminden itibaren yapılan koşuşturmacayı google maps’ten takip etmek oldu.
Patrick Guillard karakteri ve ‘doğumcu’ imgesi, Passan’ın kitap boyunca şahit olduğumuz psikolojik tutumunu açıklamanın en güzel yoluydu. Bir yandan ailesine yönelen tehditlerin odağı olarak -aslında olmasa da- Guillard’ı seçmesi, diğer yandan polislik hayatının en büyük hatalarını yapmasının ve Guillard tarafından bir şekilde her seferinde yenilgiye uğraştırmasının akabinde bu erdişiyle olan meselesini kişisel bir probleme dönüştürmesi, Passan’ın psikolojik gel-gitlerini ve yaşamındaki diğer öğelere olan tutumunun şekillenmesini çok güzel aktarıyordu. Bu öğe etrafında Grangé’ı bir defa kutlamak lazım. Bir diğer taraftan da, Guillard’ın kundaklama ve ‘yeniden doğuş’ takıntıları, erdişilik ya da -kitapta da birkaç kez geçen osmanlıca karşılığı ile- hünsalık psikolojisinin nasıl bir şey olduğunu öğreniyoruz, baskılanan cinsiyetin yönelimi ve korkuların nelere yol açabileceğini de. Velhasıl, Guillard karakteri bu kitap için vazgeçilmezdi, ve okumaktan fazlasıyla memnun olduğum bir karakterdi.
Diğer yandan, hikayenin asıl odağı, Ölü Ruhlar Ormanı’nda olduğu gibi yine kitabın sonlarına doğru ortaya çıkıyor. Sevgili taşıyıcı annemiz dilsiz Ayumi’nin rolü aslında Naoko’nun kitap boyunca alttan alttan verilen garipliklerinin, anlaşılamazlığının bir tamamlayıcısı. Naoko’nun geleneksel Japon kültürünü değersiz bulduğunu ve tamamen bireysel bir yaklaşımla hayatını bir batılı edasıyla sürdürdüğünü söylemiştim, fakat Olivier Passan’ın Japon aşkıyla kör olmuş gözleri, belki de aslında sadece ‘öyle görmek istediğinden’ olacak -bu konuya bir ara daha ayrıntılı değinmek lazım- Naoko’yu böyle görmüştü. Aslında Naoko, içinde Japon kültüründen, içgüdülerinden ve duygularından asla sapmamıştı, sadece batıdaki yaşamı boyunca bu Japonluğunun üzerine bir çizgi çekmiş, Japonluk sevdasıyla kavrulan Passan’ımıza yıllar boyu çile çektirmişti.
Her neyse, tekrar gariban dilsiz Ayumi’ye dönecek olursak, yıllar yılı işkenceci Nuri Alço kılıklı babasından çile çekmiş bu kızcağız, görece daha özgür Naoko’ya ‘gerçek’ özgürlük fikrini aşılayabilmesiyle aslında ne yüce bir karakter olduğunu gösteriyor. Fakat ne yazık ki, güzelliğinden faydalanan Naoko modelliğe attığı adımla birlikte kan kardeşi Ayumi’yi unutup gidiyor. Bunu ısrarla söylemem lazım, sırf iki çocuğun hatırına Naoko’yu hayatta bırakan Grangé’ye bu noktada gerçekten kızsam da, savaş sonrası hayatta kalması gereken Ayumi’ydi, ama işin içine iki küçük çocuk girince, taşıyıcı annelik önemini kaybediyormuş demek ki demekten kendimizi alamadık.
Bir de kanserli öğretmenimiz Sandrine var. Naoko’nun dertlerini paylaşırken bir sürü psikolojik açıklığı da beraberinde gördüğümüz karakter.
Kaiken’i okurken dikkatimi çeken bir başka nokta da kitabın tamamının Paris’in çevre semtlerinde geçmesi oldu, ne bileyim, sanki Grangé yazarken roman Paris’in içine girmesin, hep çevreleyen semtlerde geçsin diye zorlamış gibiydi. Saint-Denis, Suresnes, Nanterre ve Aubervilliers gibi, göçmen kesimin ve suç oranının yüksek olduğu, içine kapanık bu semtlerde geçen bu romanın bir özelliği de Fransa’nın banliyösünü yansıtmadaki başarısıydı bence.
Aslında daha söylenecek çok şey var Kaiken hakkında, ama bütün bunları özümsemek için biraz zamana ihtiyacım var.