Babam’ın Cesetleri
3 Mart 2014
“Babamın Cesetleri” Oyunu Zihnime Can Verdi
Edebiyat dünyasının rock yıldızı o.
Kelimelerden bir şatoda oturuyor. Büyükada’da.
Kızlar bayılıyor ona!
Haksız da sayılmazlar. Bilgisayarın klavyesindeki harfleri usta bir piyanist gibi çalıyor. Hikayelerinin müziği başımızı döndürüyor.
Hayat erbabı. Hayatla dalga geçen erbap. Hayatı bir röntgenci gibi gözetleyen ve gördüklerinden tahrik olan. Bir o kadar da onunla kavgalı. Hırsı kurduğu bilmiş cümlelerinin küstahlığında saklı.
Berkun Oya’dan bahsediyorum. Oyunun yazarından.
Benden yalnızca iki yaş büyük ama sanki bu bininci kez dünyaya gelişi. Ne kadar çok şey biliyor her şeyle ilgili. Şaşkınlık verici, onunki 100 yaşında bir adamın bilgeliği.
Berkun Oya’nın oyunlarını izleyin. Bir oyun kitabı var, onu okuyun. Radikal’deki kısa süren köşe yazarlığında yazdıklarına bir bakın. Zihniniz zevke gelecek onu okurken.
İşte böyle bir adamdan bir oyun daha izlemek nasip oldu. Hep korkarım sevdiğim yazarlara bir şey olacak ve dünya onlarsız kalacak.
“Babamın Cesetleri”. Mekan Santral İstanbul, Krek Tiyatro. Gün Cumartesi. Hava soğuk. Elimde kırmızı eldivenler. Aklımda rengi solmuş, vadesi dolmuş bir aşk sızısı.
Oturuyoruz Krek sahnenin seyirci koltuklarında. Kulaklık kulaklarımızda. Cam, sahne ile aramızda.
Hiç böyle bir şeye tanık olmamıştım daha önce.
Oyun başlıyor. Hastane odasındayız. Oyunu kulaklıkla dinliyoruz. Çok garip. Hayatta ne kadar çok ses varmış, anlıyoruz. Oyun başladı. Biri elma ısırıyor. Başka biri gazete sayfalarını çeviriyor. Birinin midesi gurulduyor. Bir diğeri burnunu çekiyor. Her şeyi ama her şeyi duyuyoruz. İnsanlar konuşurken ellerinden, nefeslerinden, saçlarından sesler gelirmiş, fark ediyoruz. İyi ki bu kadar keskin kulaklarımız yok normal hayatımızda diye bir yandan şükrediyoruz.
Hayat gürültülü, anlıyoruz.
Sahne bir hastane odası demiştim ya. Odanın bir kapısı var. Kapı doğal olarak hastane koridoruna açılıyor. Kapı her açıldığında, bir hastane koridorundan gelecek tüm sesleri duyuyoruz. Bunu nasıl yapmışlar, onu anlayamıyorum. Uzaktan gelen sesler bunlar. Zaten oyunun “korkunç derecedeki” gerçekliğinin önemli bir parçası – o kapının ardında gerçek bir hastaneyi duymamız.
Hikayeyi camın arkasından izlemek… Konuşulanları kulaklıkla dinlemek… Garip bir duygu uyandırıyor insanda. Sanki yanlış bir şey yapıyormuş gibi. İzinsiz, birilerinin hayatını izliyormuş gibi. Ya da sorgu odasını izleyen ve iz süren bir aynasız gibi. Birilerini yargılıyorum sanki. Çok garip duygular. Biraz televizyon gibi. Ama tam değil. Biraz tiyatro gibi ama tam değil. Tam olan tek şey gerçeklik duygusu. Sesler sanki kendi kafa seslerin, o kadar içinde. Ama cam paravandan ötürü bir o kadar da senden ayrı. Orada bir şeyler oluyor ve sen buna şahit oluyorsun gibi. Oyuncular sana bakmıyor. Kendi hallerindeler. Bu da durumu fazlasıyla gerçek kılıyor. Bir de oyunun sonlarında doğru, hem odadan gelen konuşmaları, hem de odanın dışındaki, koridorda konuşulanları eş zamanlı olarak duyuyoruz. Bu işte ancak rüyalarda mümkün olabilecek bir şey. Çünkü bir duyduklarımız vardır, yanı başımızda konuşulan, bir de duvarların arkasındakiler vardır, duyulmayan. İşte biz bu oyunda, kapıların, duvarların arkasında konuşulanları duyduk.
Oyun yavaş akıyor. Zaten hastane odalarında hayat son derece yavaş akmaz mı? Komadaki bir insanla ne yapılabilir ki. Durmaktan başka. O durur. Sen durursun. Oda durur. Perdeler durur. Zaman durur. Her şey durur. Tek çalışan pişmanlıklardır. Bir de söylenemeyenler.
Olanlar şaşırtıcı. Biraz polisiye gibi. Bilmeceli. Ama her şey birbirine bağlanıyor oyunun sonuna doğru, bir araya getirilen leziz bir yemek gibi sunuluyor izleyiciye.
Beni en çok etkileyen tarafı duygularımızı bu denli harekete geçirebilmeleri oldu. Gerçekten. Öyle bir gösteri izliyor olmanın verdiği görevden gülümsemeler ve gözyaşlarından bahsetmiyorum. Hepimiz, o gece ağladık orada. Şaşkınlık kuyusunun en derinine düşmüş bulduk kendimizi. Her seferinde bir el uzanıp çıkardı bizi. Duru bir yere bıraktı, sakin, ayakları yere basan, gerçek bir yere.
Ben bu oyunda “sevgi” yi gördüm en çok. En yakınlarımızla, sınır kapısı paylaşan ülkeler gibi, nasıl hayatı paylaşamadığımızı. Ve bundan ötürü duyulan derin pişmanlıkları. Aile bağları. Aile travmaları. Kaç yaşına gelirsen gel, bir köpek yavrusundan farksız, sevilme ihtiyacı. Evet, bunlar ağır duygular. Ama hayat da ağır, öyle değil mi?
Tüm oyunculuklar harika. Zaten oyuncuların iyi olmadığı yerde text de hayat bulmaz ki. Gelin rolünde Defne Kayalar var. Med Cezir’de oynuyor bu günlerde. Sade ve yalın oyunculuğuna bayıldım. En derin karakter onunki belki de çünkü “anlaşılmazı anlıyor o”. Kimsenin göremediklerini görüyor o. Bütün düğümleri çözüyor o.
Beni en çok etkileyen diğer karakter Yurdaer Okur oldu. Yurdaer o gece gerçekten babasını kaybetmekte olan, başarısızlıklarının altında ezilmiş, kendinden utanan bir adamdı. O gece kendini evde bırakıp gelmişti o hastane odasına Yurdaer Okur.
Ne yapıp, ne edin, üşenmeyin, gidin “Babamın Cesetlerini” görün. Gerçek bir hayatı dikizlemenin zevkine ve rahatsızlığına varın. Ülkemde böyle zekice ve ilham verici işler yapıldıkça, her bahar erguvanlar açmaya devam edecektir.
Zeynep Tezcan