Yeni yasa neye/kime hizmet ediyor?
14 Aralık 2014
Bugün Osmanlıdaki örnek hayvan sevgisinden biraz bahsederek, günümüzde geldiğimiz durumu kısaca özetlemek istiyorum.
Osmanlı’nın hayvan sevgisi, tarihçilerin de dikkatini çekmiş ve uzun uzadıya kaleme alınmış; Osmanlı Devletinde, sokak hayvanları, kanunlar çerçevesinde ve devlet güvencesinde korunmuştur.
Hayvanlar için sağlanan Devlet korumasının yanı sıra, Osmanlı halkı da hayvanları koruyup kollarmış. Halk, hayvanlarla beraber yaşar, hayvanlara karşı özenli ve duyarlı davranır, ihtiyaçlarını gidermek için elinden geleni yaparmış.
Ev sahiplerinin; sütünden ve gücünden yararlanmak üzere besledikleri evcil hayvanların yanı sıra, çatı aralarında kırlangıçlar, bacalarda leylekler yaşar; Kuş yuvalarını bozmak günah sayılırmış. Kumru ve güvercinler de, yem verilen fakat kafese hapsedilmeyen diğer ev ortakları sayılıp, yeni bir inşaat yapılırken, kuşlar güvercinler unutulmaz; onlar için binalara, mutlaka su yalakaları yapılırmış. Binaların cephelerinde yer alan kuş evleri, çok çarpıcı. Osmanlı halkı arasında, pazarlardan satın aldıkları kuşları azat etmek, yine önemli bir hareket olarak addedilirmiş.
Osmanlıda, muhtaç durumda olan insanlar için açılan aş evlerinde, insanların dışında kedi ve köpekler de doyurulur; hayvanlara bakılması için uşak tutulur, maaş verilir, fırıncılara ve kasaplara, köpekler için aylık para verilirmiş. Sadece hayvanlar (kedi ya da kopek) için kurulan vakıfların yanı sıra, Osmanlıda halk da, vasiyetnamesinde sokak köpeklerine de yer verir, onlara da bir miktar ayırırmış.
Mancacılık diye bir meslek varmış o zamanlarda. (Manca; kedi köpek yiyeceği demek) Dileyen, Mancacıdan aldığı yiyecekleri hayvanlara verir, dileyen parasını verir, Mancacı onların yerine sokak hayvanlarını düzenli olarak beslermiş.
Zabıta memurları, bir ata, katıra veya deveye fazla yük yüklenmesi halinde, hayvanın bu mağduriyetine engel olur, hayvanların dinlenmesini sağlar, yine, sahipli hayvanların, iyi beslendiğine kanaat getirmedikleri hallerde, hayvanın sahiplerine ağır cezalar keserlermiş.
Ağır yük taşıyan atların, cuma günü ikindiden sonra tatil etmeleri sağlanır, yükleri boşaltıldıktan sonra üzerlerine dahi binilmez, top çeken büyük baş hayvanlar, yaşlanınca satılmaz, ölene kadar iyi bakılmaları için maaşa bağlanırlarmış.
Dolmabahçe’de kuş, Üsküdar’da kedi hastaneleri, cami ve mezarlıklardaki suluklar, kuş evleri, sonbaharda geri dönemeyen ve yardıma muhtaç leylekler için açılmış dünyanın ilk hayvan hastanesi olan Bursa’daki Düşkün Leylekler Evi ve II. Abdülhamit döneminde kuduzu engellemek için İstanbul’da açılan dünyanın üçüncü kuduz enstitüsü, Osmanlı Devleti’nin, hayvanlara verdiği önemin en güzel örnekleridir.
Osmanlı Devleti’nin hayvanlara karşı işte bu hassas ve adil yaklaşım ile yaptığı düzenlemeler, sadece tarihteki diğer milletlere değil, günümüzde de, tüm dünyaya emsal teşkil edecek mahiyette olduğu bir gerçek.
Ancak, ne yazık ki, hayvanlara karşı bu hassasiyet ve adil yaklaşım, Osmanlı toprakları üzerinde batı kültürünün etkisinin artmasıyla birlikte erozyona uğramaya başlamış ve İstanbul’da köpeklerin sonu, İttihat ve Terakki dönemi ile gelmiştir. 1910 yılında yaşanan Hayırsız Ada vakası tam bir felaket, Osmanlı için yüz karası olmuştur. Yaklaşık 80 bin sokak köpeği, birkaç gün içerisinde toplanarak vapurlarla Hayırsız Ada’ya bırakılmış, adada, 80 binden fazla köpek, açlığa, susuzluğa ve sıcağa terk edilmiş, 3 ay boyunca da, Hayırsız Ada’ya tekne ile yeni köpekler götürülmeye devam edilmiştir. İstanbul sokaklarından duyulan hayvanların ulumaları, acı iniltileri, bir süre sonra, hiç duyulmaz olmuştur…
Şimdi geçmişe baktığımızda, tarihe geçen o kara lekenin, uğursuzluktan başka hiç bir getirisi olmadığını söylemek mümkün. Toplu itlaf, işi kökünden bitirebiliyor olsaydı, bugün sokak hayvanlarımız olmazdı.
Bugün, geldiğimiz noktada ise; beldelerde yaşanan toplu itlafların, hayvanlara karşı işlenen şiddet suçlarının, tecavüzlerin yaşanmadığı bir günümüz geçmiyor. Mahallelerde, sitelerde, sokaklarda hayvanlara verilen bir kap su – bir kap mama sorun oluyor, etrafımız, kuşun sesinden dahi rahatsız olan insanlarla dolu…
Osmanlıcanın, zorunlu ders olarak eğitim müfredatına konulduğunu düşünürsek, Osmanlının hayvan sevgisinin de er ya da geç örnek alınacağına dair umudumuzu da asla yitirmemeliyiz. Oysa, bizler, bu umutlarımızı yeşertmeye çalışırken, bize zorla dayatılmak istenen bir ölüm yasası var kapıda.
İşte, tam da bu noktada önemli bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum:
Yıl 2009, Sultanahmet’te, İstanbul İl Genel Meclisinde toplantıdayız; herkesin çok sevdiği ve saygı duyduğu Profesör bir Veteriner Hekimimiz; köpeklerde popülasyon yönetimi üzerine bir sunum anlatıyor.
Konuşma içeriğinde, rahatsız edici hiç bir şeye rastlamak mümkün değildi. Sadece sunumunun bir yerinde; Uluslararası Kurumlarla konsültasyon yapılmalıdır dedi; Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO), Küçük Hayvan Veteriner Hekimler Birliği (WSAVA), Dünya Hayvanları Koruma Cemiyeti (WSPA), Hayvan Refahı İçin Üniversiteler Federasyonu (UFAW) ve Hayvan Refahı Fonu (IFAW) diyerek bazı kurumları sıraladı.
Şimdi, ICAM, yani Uluslararası Evcil Hayvanlar Yönetimi Koalisyonunun hazırladığı “İnsancıl Köpek Popülasyonu Yönetim Kılavuzu”na bakalım.
O gün, benim dikkatimden kaçan şey; Sayın Profesörün tavsiye ettiği kurumların, öne çıkan söylemlerinin “hayvan refahı” olduğu ve işin gerçeğinde de, hayvan refahının, yine insanlık için yaratılmış bir tanım olduğuydu. Hayvan refahı, açıkça; sağlıklı dahi olsa, hayvanların insancıl yollarla öldürülmelerini savunan ve destekleyen bir kavramdı.
Bu kavramdan hareketle; Kılavuzda önce çıkan belli başlı hususları dikkatinize sunmak istiyorum: Kılavuzun Amacı: sokaktaki köpek nüfusunu belli bir sayıya indirgemek.
Bunu sağlamak için de yapılması tavsiye edilenler sıralanmış:
*Besleme kaynaklarının yok edilmesi gerektiği,
*Doğu illerinde, hayvanlar hastalanır, yaralanır ya da saldırgan eylemlerde bulunurlarsa, ötenazi ile öldürülmeleri gerektiği,
*Hayvan terklerinin azaltılması gerektiği,
*(Sahipli-sahipsiz) Kısırlaştırmaya ağırlık verilmesi gerektiği,
*5199’un şuan ki düzenlemesinin aksine, barınağa alınan hayvanlar için sağlık durumları ve davranışları nedeniyle sahiplendirme yapılamayanların, uzun süre kulübede tutulmaları refahlarını sağlamayacağından, ötenazi ile uyutulmaları gerektiği,
*Türkiye’ye şu anda yabancı ve uzak olduğu belirtilen, bu nedenle de 5199’un bu şekilde esnetilmesi gerektiği düşünce ve tavsiyesi ile sağlıklı hayvanların da insancıl ötenazi uygulaması ile öldürülmesi politikasının benimsenmesi gerektiği, belirtilmiş,
*Sahiplendirme merkezlerinin de maliyetli olması nedeniyle alternatif olarak terk edilmiş kedi köpeği, geçici olarak kendi evinde almaya bakmaya gönüllülerden oluşan beslenme ağı oluşturulmalı deniyor ki; bu bizim lugatımızda “İSTİFÇİLİK” olarak biliniyor; çok yeni yaşadık bir istifçi evi olayını.
*Ve en son göze çarpan başka bir ICAM tavsiyesi; kaynaklara erişimin kontrolü üzerine; diyor ki; köpeklerin, okullar ve halka açık park ve benzeri yerlerde bulunmalarına müsamaha edilmemeli, çöpler sürekli toplanmalı, çöp konteynırları hayvan korumalı olmalı ve köpeklerin insan eli ile beslenmesi önlenmeli.
Esasında kılavuzda yer alan bu tavsiye ve önerilere yakından baktığımızda, bize Mecliste dayatılan yeni ölüm yasası kapsamına dair pek çok ipucu verdiğini ve bize, yıllardır, güvendiğimiz ve saydığımız insanlar tarafından da bu hususların pompalanmakta olduğunu görüyoruz.
Ne acıdır ki, 1900’lerin başında batılılaşma sevdası ile öldürdüğümüz binlerce köpeğin üstüne, Türkiye, yine Batılı Devletlerin “hayvan refahı” söylemli kurumlarının tavsiyesi ile binlercesini öldürmeye hazırlanıyor.
Yeni yasa tasarısı içinde yer alan ve bir kısım hayvan severlerin bilinçli, bir kısım hayvan severlerin ise bilinçsiz destekledikleri“hayvana şiddet uygulayana ceza geliyor” söylemini esas alarak, yasa tasarısına biraz daha yakından bakacak olursak:
Evet, bizim de talebimiz en başından beri; hayvanlara karşı işlenebilecek her türlü şiddet ve işkence içerikli fiillere ve tecavüz eylemlerinin, Türk Ceza Kanununa eklenecek maddeler ile, en ağır şekilde cezalandırılmasının sağlanması yönündeydi.
Ancak böyle olmadı, Türk Ceza Kanununa madde eklemek yerine, 5199 sayılı hayvanları koruma kanunu ele alındı ve hayvanları koruma amaçlı kanunumuzda ilk olarak; sokaklardaki tüm canlarımızın toplanması düzenlendi. Esasında hayvanları korumayacak bir yasa haline getirilen tasarıya ceza maddeleri eklendi. Bu durumda, zaten sokakta hiç hayvan kalmayacağı için talep edilen ve bizlere kabul edilmişçesine sunulan hayvan şiddetine ceza düzenlemesi de, hukuken bir uygulama alanı bulamayacak hale getirildi.
Bir başka şekilde anlatmam gerekirse; Mecliste çıkmak üzere bekleyen yasa, yürürlüğe girdiğinde; sokakta hiç bir hayvan kalmayacak. Çünkü, her biri, görüldüğü ilk anda, zaten yetkililerce toplanacak, şehirden çok uzakta inşa edilmiş beton barınaklara hapsedilecek ya da bir deney merkezine satılacak.
Böylelikle, tecavüz ya da şiddet mağduru bir köpek ya da kedi olmayacak. Sahipli hayvanın başına ise, özel mülkiyet sınırları içinde ne geldiğini, hiç bir zaman bilemeyeceğiz.
Olur da, bir kişi, bir ihbar üzerine kazara yakalanacak olursa; o da, ceza Usulü gereği paraya çevrilen 2 yıla kadar hapis cezası ve/veya hükmün açıklanmasının geriye bırakılmasını getiren 3 yıla kadar olan hapis cezası ile cezalandırılacak; yani yine sabıka kaydına işlenmeyecek.
Mecliste bekleyen yasanın, tek iyi yanı; “cezaya ilişkin düzenleme” iken, o da, yukarıda izah ettiğim üzere, göründüğü gibi olmayıp, hayvanlarımıza gerçek anlamda bir koruma getirmediğinden, zaten yasanın geriye kalan maddeleri de hayvan refahı çatısı altında sadece ölüm getireceğinden, bir kez daha dile getirmek gerekirse: tek bir hayvanımızı dahi ölüme göndermek istemiyor ve ÖLÜM YASASINA HAYIR diyoruz.