/ /

Şehirsel Bedenler

21 Ağustos 2013

Ezgi Aktaş

Tarihin ilk çağlarından bu yana var olan şehirler, ilk biçimlerinden tamamen ayrı bir şekilde varlığını sürdürüyor. Eski çağlarda otoritenin yönetimi kolaylaşmak adına oluşturulmasını teşvik ettiği şehirlerde yaşam, fazla komplike olmadan ilerliyordu. Tarihin evreleriyle birlikte şehirler de evrim geçirdi, gelişti ve dönüştü. Hâlâ da dönüşmeye devam ediyor. Bugün şehirler ortak belleği silecek şekillerde, bütünüyle işlevsellik ve kapitalist rant üzerine inşa ediliyor ve birbirlerinden ayrılmalarını sağlayan özellikler giderek silinikleşiyor. Yunanlı şehir plancısı Constantinos Doxiadis’a göre, şehirleşme bu hızla devam ederse gelecekte dünyadaki bütün megapoller kaynaşacak ve tek bir şehri, Ekümenopolis’i oluşturacaklar. Ütopik? Pek sayılmaz.

 

 

Bugün şehir dediğimiz şey; kuralların insanlardan önce makina ve taşıtlar lehine uyguladığı, birbirinin aynı yapıların tarihsel ya da doğal dokuya yeğlendiği, dış mahalleleri yutarak hunharca büyüyen uğultulu bir yapı. O yapıyı yaşam alanı olarak kabul eden, mahalleler ve evler kuran ve kurdukları bu alanlarda akıl ve bedenleriyle varlık mücadelesi veren modern insan için şehirler, bir yerden bir yere nefessiz kalarak ulaşmaya çabaladığı, rutini haricinde başına gelen her şeye nefretle yaklaştığı, yorucu ve kalabalık yaşam alanları demek. İnsanı pasifleştiren yapısıyla şehirler, bedenin özgürce hareket etmesini kısıtlıyor ve kendi kurallarını dayatıyor. Yaşadığımız çağda toplumsal yaşamın merkezine oturan şehirler, bizi bir arada yaşadığımız ve hiyerarşik kurallarla düzenlenen bir yapıda yaşamaya zorluyor. Akıl ve beden, bu sürekli uğuldayan yapı içinde hayatta kalmak, yaşamını idame ettirmek, barınmak ve kendine soluk alıp vereceği alanlar yaratmak zorunda kalıyor.

 

 

Şehir felsefecisi Thierry Paquot, “Şehirsel Bedenler” kitabında şehrin bedeni ile şehirlilerin bedeni arasındaki bağı gözlemliyor ve birbirilerini nasıl dönüştürdüklerine yorum getiriyor. Paquot, bu gözlemi masa başında türlü kaynak kitaplara gömülerek değil, şehrin sokaklarında dolaşarak, köprülerinden geçerek, binalarını izleyerek, insanlar arasında dolaşarak yapıyor ve biriktirdiklerini yazıya döküyor. Şehirlerin geçirdiği evreyi, insanların gündelik yaşamın olağanlığı içindeki hal ve tavırlarını tasvir ederek anlatıyor ve böylece ortaya şehrin hepimiz için anlamını irdeleyen metin ortaya çıkarıyor.

 

 

Paquot’un bisikletçi olması, şehrin dayatmaları arasında kendine alan açmaya çabalayan insan bedeninin devinimlerini neden bu kadar önemsediğini açıklıyor sanki. Bir binek ve ulaşım aracı olarak gereksinimden doğan bisikletin bugün alternatif bir yaşam tarzı olarak lanse edilmesi ve bisikletçilerin “isyankar” olarak tanımlanması fevkalade ironik. Ancak bugün şehirler öyle düzenleniyor ki, motorlu taşıtlar dışında kalan her şey yalnızca dekorun bir parçasıymış, bir başka işlevi yokmuş gibi hissediyoruz. Öncelik hep taşıtlarda, geride kalan herkes ve her şey onlardan kalan alanlara hapis. Hatta, kalan daracık alanları da gaspetme hakları da şüpheye yer bırakmayacak şekilde var. Yayalık neredeyse bir suç. İkisi arasındaki sürekli çatışma da gündelik yaşamın olağan bir parçası. Paquot da aynı fikirde olsa gerek ki, “Şehirsel Bedenler”de şöyle diyor:

 
“Bir toplumun insanlıktan çıkarılışı, en temel misafirperverlik işaretininin, “birlikte yaşamın” başlangıç aşamasının, yani bank gibi böylesine halka açık sıradan bir şeyin yok olmasıyla başlar. Tıpkı hareket kabiliyeti kısıtlı insanlar için küçültücü ve güçlüklerle dolu güzergâhları görmezlikten geldikleri gibi, aceleci sürücü ve telaşlı yaya birbirlerinin farkında değiller. Paylaşılan şehir mi? Bazılarının payına diğerlerinden daha fazlası düşer, diyecektir George Orwell.”

 

 

İstanbul ile ilgili en çok yakındığım şeylerden biri, motorlu taşıtların ve artık bir şantiye alanına dönen şehirdeki inşaatların işgalinin yanında, az sayıdaki parklarda yetişkinlerin de popolarının sığacağı salıncakların kaldırılmış olması. Eski tip salıncakların yerini renkli plastikten olan, korumalı olanları aldı. Bugün yetişkinler çocuklarının ayağının takılmasından bile ölesiye korkuyorlar. Şehirlerde güvenlik arttırıldıkça, tehliklerin de giderek artması insanlık tarihine yazılacak değerde bir ironi doğrusu. Şehirler, soluk alınabilecek alanları kısıtlayarak, oyun oynamayı neredeyse yok ederek, sokakları bulvarlar haline getirerek, eskilerin yerine yeniler inşa edilerek büyüdükçe büyüyor. Uyum, estetik, güzellik gibi felsefi kavramlar yerini nicedir tüketim toplumunun yapı taşlarına bıraktı bile. “Şehirsel Bedenler”de Paquot’un Paris tanımlaması da bu durumun dünya metropollerine genellenebilecek bir olgu olduğunun kanıtı.

 

 

“Artık Paris, yatakhaneleri, duygusuz mimarisi ve toplama kamplarına özgü şehircilik anlayışına sahip mega toplu yerleşimleri, gündelik hayatın üçe bölünüşü (metro-iş-uyku) ve faaliyetlerin bölgelendirilmesi (iş, ikamet, tüketim, boş zamanlar) olmaksızın düşünülemez. Altıgenin (coğrafi sınırlarının benzerliği nedeniyle Fransa’ya verilen isim) tamamı, köylerin çıkışındaki klonlanmış ev parselleriyle şehirliye dönüşüverdi ve bölgeleri şehirleşti…”

 

 

Şehrin uyumsuzluğu, toplumun uyumsuzluğu demekse, şehirler üzerinden kendimize sorular sormanın zamanı gelmedi mi?

 

*Şehirsel Bedenler, Thierry Paquot, çev:Zeynep Bengü, Everest Yayınları, anlatı, 135 sayfa.

 


Yorumlar(0)